Uzun zamandır beklenen haber geldi. Herkes yemek masasında sessizce otururken arka planda ‘’Bekleme Senfonisi’’çalıyordu, ta ki telefon zili melodiyi bölene kadar. Gemi hazırdı ve o soğuk Mart akşamı yola çıkmak üzereydi. Küçük, cılız, paslı bir gemi, umudun tek aracıydı. O kadar eskiydi ki, sahip olduğu tek şey boyalar bile yüzmeyip sulara dökülüyordu. Uzak bir şehirde demirleyecekti, vaat edilmiş bir toprakta. Daha iyi bir geleceğe doğru. Yolcuların kendileri için değil de, geride bıraktıkları için “daha iyi”.
Vedalaşmak için kapıda sıraya girdiler. Belki de dönüşü olmayan bir gidişti. Belirsiz bir yola doğru. Vedalaştıktan sonra kimse masaya geri dönmedi. İştahları onunla yola çıkmıştı.
Çorba soğudu. Ekmek kurudu. Suda çözünen aspirin köpürmeyi durdurdu. Gitmeden önce, kendisini neyin beklediğini bilmediğinden, bir tür vasiyetname gibi el yazısıyla bir mektup bırakmıştı. Geride iki kızının dışında hiç bir şey bırakmamıştı. Annesi, tıpkı gemiden ayrıldığı gece gibi, koyu mürekkepli mektubu okurken ağlayarak birkaç kelime fısıldadı. “Kızlarım sana emanet!” kırık gramofondan gelen yorgun bir nakarat gibi diye tekrarladı.
Babası çok ağladı. Yaşlı adamın gözlerinden daha önce hiç olmadığı kadar ve bir daha asla olmayacak kadar yaşlar aktı. Onu ağlarken ilk ve son kez göreceklerdi. Gözyaşları kururken, karaya çıkmayı başaranların listesiyle ilgili haberleri izlemek için televizyonu açtı. Dilini anlamasa da, adını kesinlikle tanıyacaktı. Ne de olsa isim tüm dillerde aynı şekilde telaffuz edilir.
Televizyon gece gündüz açıktı, elektrikler yoksa radyoyu açıyordu.
Beş kişilik masa, yemek odasının köşesine yerleştirilmişti. Sandalyesi boş kaldı. Gururlu annesi, onu oradan kaldırmayı reddetti. “Oğlumu gömmedim, gurbete gönderdim. O dönene kadar sandalyesi orada kalacak.” diyordu inatla. İstese kaldırır ve sandalyenin sahibi geldiğinde geri koyabilirdi. Böylece, herkes için daha az acı verirdi. Ama hayır! Sandalye görevini titizlikle yerine getirdi; bize yokluğunu hatırlattı… Muhtemelen hepimiz ahşap, hasır veya demir sandalyeler gördük ama bu normal bir sandalye değildi. Hasretten yapıldığı, acıyla boyandığı ve yoklukla süslendiği için diğer sandalyelerden farklıydı. Ve yokluk tüm yemeklerimizde mevcut olmalıydı. Karşımızda oturuyordu. Masanın başında değil, tam ortasında.
* * *
Sımsıcak bir Ağustos günüydü. Denizin en uzak ve en berrak noktasına ulaşmak için tepeye tırmanırken ve kilometrelerce yürürken yıldırıcı bir yorgunluktan ölecektik. Oradan Kral Zog’un şatosu yakından görülebiliyordu. İlk ve tek Kralımız. Şatosu hazinelerle doluydu. Sonra onu çaldı ve kaçtı.
Bir çok yorgunluk şikayetimden babam sırtında taşırdı. Çatlamış dudaklarımdan arasından deniz tuzunun acısı gitmiyordu. Güneşten yanmış cilt acı verirdi. Elime alır almaz sihirle eriyen yanık sütlü dondurmanın tadı dilimdeydi. Arka planda, Kallmi’nin killi kumlarına çarpan o eski Çin plastik sandaletlerinin sürüklenme sesi. Yazın sonlarıydı. Birlikte geçirdiğimiz son yaz. Bilseydik, belki sonbahardan birkaç gün daha ödünç alırdık.
Terk edilmiş bir tekne, hep deniz kenarına demirliydi. Dalgaları sonsuz ritmiyle sallanıp dururdu. Orada buluyorduk ve orada bırakıyorduk.
Yola çıktığı gemi, bu tekne kadar küçük değildi ama Fellini ya da Kamerun filmlerinde görülen, vaat edilmiş topraklara giden o muhteşem gemilerden daha küçüktü.
Babasız çocuğa yetim deniliyorsa, göçmen çocuğa ne ad verilir acaba? Bu tür terk edilmiş çocuklara henüz bir isim verilmemiş olması ilginç. Elbette bir mutfak eşyası olsaydı, aradığınızda asla bulunmayan fırın eldivenlerine benzerdi. Özellikle en çok ihtiyaç duyduklarında aniden gözden kaybolurlar. Ellerimizi birkaç kez yakmamız gerekir çünkü bizi korumak için orada değildirler. Kabuk kalınlaşır ve direnç oluşur sonra sıcak tavaları hiç yanmadan fırından çıkarmaya alışırsın.
Babam gittikten sonra onun hayali o kadar küçüldü ki… Yılda sadece yirmi gün ortaya çıkan bir görüntü. Bir Ağustos’tan yirmi Ağustos’a kadar. Artık tam zamanlı veya yarı zamanlı bir baba değildi. Sadece “yirmi günlük bir baba”!
Ders sırasında öğretmen ailemiz hakkında bir kompozisyon yazmamızı isterdi. Kağıdım boş kalırdı.
“-Babanın adı ne?
– Babama göçmen denir
– Nerede şu an?
– Göç etti!
– Hayatta mı?
– Sanırım öyle, emin değilim, ama gemiyle yola çıkan kişi bir daha geri dönmedi. Plajda geçen günlerimizi, yanmış dondurmanın tadını, denizanasının zehrini de yanında götürdü… Bütün bunları düzgünce katlayıp cebine koydu ama anılar Adriyatik Denizi’nin tuzlu suyunda, o, yabancı ülkeye varana kadar eridi.